Atatürk’ün bitiremediği çalışması ve miraslarından birisinin de Mu kıtasının bulunması olduğu söylenir.
TÜRKLERIN ANAYURDU MU KITASI
Bilge RA-MU kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Sizlere bütün bunları önceden haber vermedim mi? Hepiniz öleceksiniz ve yeni bir nesil doğacak . O nesil üstünlüğünün, üzerine giydiği şeylerden olmadığını, kendisinin feda etmiş olduğu şeylerden meydana geldiğini unuttuğu an, sizlerin başına gelenler, onların başına da gelecek.‘ Dünyanın büyük idarecisi MU kıtası, depremlerle sarsıldı. Kıta iki kere kalktı ve ateşler içerisinde gözden kayboldu. ”
Churchvard’ın bulduğu tabletlerdeki yazılar . . kayıp kıtanın Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kıtaları arasında bulunduğunu, Kuzey Hawaii’den Fiji ve Paskalya adalarına kadar uzandığını, doğusu ile batısı arasında 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasında yaklaşık 4.500 km’lik bir mesafe olduğunu anlatıyordu. Kıta deniz ve boğazlarla birbirinden ayrılan 3 ana kara parçasından oluşuyordu.
Mu’dan arta kalan anıtlardan en ilgi çekici olanları ise Paskalya adasında bulunan dikili dev heykellerdir. En büyük heykel henüz bitmemiş durumda bir taş ocağında bulunmuştur ve yüksekliği 20 m.’dir. Diğer heykellerin çoğu 50 ton ağırlığında ve bazıları 10.5 m. boyunda olup sayıları 600’e yakındır. Ada yerlileri herhangi bir yazı şekli kullanmamalarına karşın, adada çok eski tabletler mevcuttur. Bu tabletlerdeki yazıya Dünya’da bir tek yerde, Paskalya adasından oldukça uzakta bulunan, Mu kolonilerinin bulunduğu Hindistan’da İndüs Vadisi’nde raslıyoruz. Bugün Paskalya adası olan yer o günlerde Mu kıtasının bir parçasıydı ve bugünkü yerlilerin o heykelleri yapan kişilerle bir akrabalığı yoktu. Bugünkü yerliler o heykelleri yapanlardan çok daha alt bir uygarlık seviyesinde yer alırlar.
Mu’da Yaşam
Mu’nun yok oluş döneminde, bu ülke halkı son derece gelişmiş yüksek bir uygarlık düzeyinde bulunuyorlardı. Ayrıca mimarlık, büyük taş mabetler ve saraylar inşa etmede de çok ilerlemişlerdi ve anıt olarak dikilen yekpare taş blokları işlemenin ustasıydılar. Mu ülkesi dünya medeniyetinin, eğitimin, ticaret ve alışverişin baş merkeziydi. Bilim konusunda da günümüzden hayli ilerdeydiler. Buna hiç şaşmamalı, çünkü onlar iki yüz bin yıllık bir deneyim ve gelişimin sonuna varmışlardı. Biz ise beş yüz yıllık bir iddiada bile bulunamıyoruz.Eski bir Maya yazıtı olan Troano yazmasına göre; kıtada 10 kabileden meydana gelen 60 milyon insan yaşamaktaydı. RA-MU dedikleri seçkin bir krala sahiptiler. Burası geniş düzlükleri olan güzel, tropik bir ülkeydi. Hayat neşe ve mutluluk içinde geçiyordu. Ra-Mu imparatordu ve hiyerarşinin şefiydi. İmparatorluğun sembolü yükselen güneşti, adı ise Güneş İmparatorluğu idi. Bu yükselen güneş sembolü bugün dünyadaki çeşitli ulusların da amblemidir.Mu ülkesi insanları, tabletlerdeki yazılara göre; ahlak ve bilgeliğe dayalı bir düzen içinde, kozmik yasa ve enerjilerle tam bir uyum halinde yaşıyorlardı. Bu, bugünkü dünya insanlığının temsilcileri olan bizler gibi tabiata karşı savaş halinde olan bir yaşam olmayıp, İlahi İrade Kanunları doğrultusunda, doğayla içiçe, kendini doğadan soyutlamadan bir yaşam anlayışı ve uygulamasıydı. Günümüzde dünyada özlemini çektiğimiz fakat bir türlü kuramadığımız spiritüel bilim ve yaşam tarzı MU‘nun son günlerine kadar yaygın olarak uygulanır haldeydi. MU’lular, başta din adamları olmak üzere duyular dışı yeteneklere (telekinezi, durugörü, duruişiti…) doğuştan sahip bulunuyor ve bunları normal olarak kullanıyorlardı. MU’nun bilim rahipleri kaynaklarda Naakaller olarak geçmektedir. Bunlar gerek göçler gerekse göçlerden önce dünyanın çeşitli yerlerine giderek, bilimin Anavatan MU’dan dünyanın dört bir yanına yayılmasına yardımcı olmuşlardır. Bilim ve uygarlık MU anavatanından dünyanın dört bir yanına bu şekilde yayılmıştır
Bugünkü Pasifik Okyanusunda Amerika’yla Asya arasında bulunan ( o zamanki) Mu kıtasında, Paskalya adasında bulunan yazıtlara göre, ılıman bir iklim hakimdi. Bu kıtanın yemyeşil engin düzlükleri, pek çok sayıda ırmaklarla sulanarak daha da verimli hale geliyordu.Mu’dan göç edenlerin hemen hemen tümünün kültürlerinde bu dört büyük kuvvet kavramının izleri görülür. Haçla veya gamalı haçla yani svastikayla temsil edilen bu dört büyük kuvvet kavramı, çeşitli kavimlerde, çeşitli şekillerde sembolize edilmiştir. Bu sembole MU kültürünün yayıldığı bütün kıtalarda raslanır. Orta Asya Türkleri’nde, Tibet’te, Hititler’de, Urartular’da bu sembole hep rastlanmıştır. Bu tür bilgileri Tibet tarikatlarından elde ettiği söylenen Hitlerin de bu sembolü çarpıtarak kullandığı görülür.
Kolonileşme
MU’lular denizcilikte ileri olup, dünyanın en uzak yerlerine bile, hava taşıtları olmalarına rağmen yinellikle deniz yoluyla giderlerdi. Anakıta kalabalıklaşmaya başlayınca MU’nun denizcileri arasındaki bazı hırslı ve girişken gruplar yeni ve yaşanabilir adalar buldular. Böylece MU kültürü önce kolonilere, oradan da tüm dünyaya yayılmış oldu. MU’dan giden koloniciler kesinlikle sömürgecilik anlayışı taşımamışlardır. Bir koloni, Anakaranın denetimi altında kendini yönetecek kadar geliştiği zaman bir koloni imparatorluğuna dönüşüyor ve buraya bir hükümdar atanıyordu. Hükümdarın ünvanı, ”Güneş’in Oğlu”ydu; bu ona Anakara tarafından verilen ve Mu’nun yani “Güneş İmparatorluğunun” tebasından ya da onun oğlu olduğu anlamına gelen bir ünvandı.
Adadan ayrılanlara “Mayalar” adı verildi. James Churchvard ilk MU kolonisinin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir tarih bulamamıştır. Tarihlendirilebilen ilk koloni Mısır’daki Nil deltasında yerleşmiş olan “Maya Kolonisi” yaklaşık 16. 000 yıl önce kurulmuştu. Kolonileşmede başlıca iki ana deniz yolu izlendi. İki esas istikamet, Mu’dan hareketle Doğu ve Batıydı.
a-Doğu Kolonileri:
Doğu yönünde ilk yerleşimler, bugün Kuzey ya da Orta Amerika’nın Batı sahilleri olarak bilinen yerlerde gerçekleşmişti. Mu’dan çıkan iki temel hat bulunuyordu. Bunlardan ilki Mu’dan Yukatan’a ve Orta Amerika’ya oradan Atlantis’e kadar uzanıyordu. Diğeri ise; Atlantis’ten Akdeniz ve Anadolu’ya sonra da Çanakkale Boğazı yoluyla Karadeniz’in güneydoğusuna dek gitmekteydi.
Anakaranın güney doğu kısımları Karya ülkesiydi. MU’nun güney doğusundan çıkan, Karaib Denizine adını veren ve beyaz ırk olan grup Karalar ya da Karyalılar olarkak bilinen gruptu. Bunlar Anadolu’ya kadar göç ettiler ve Troyalılar ile Anadolu’nun ilk yerlilerini ve Yunanlıların atalarını oluşturdular. Günümüz tarihine baktığımızda ise Anadolu’da Karyalıların adına ancak M.Ö. 7. yüzyılda raslıyoruz. Anadolunun güneybatı kıyısında yer alan bölgeye günümüz arkeologları Karia (Karya) adını vermektedirler. Karyalılar kendilerini Anadolunun yerli halkı olarak tanıtmaktadırlar, ancak kullandıkları dil bugün hala tam olarak çözülememiştir. Mu’dan hareket eden bir grup Karyalılar ise Orta ve Güney Amerika’ya yerleşti, bir kısmı da Doğu Afrika’ya kadar uzanarak çoğunlukla zencilerin atalarını oluşturdular.
b-Batı Kolonileri:
Batı kolonileri ise ilk olarak, Asya’nın Doğu kıyılarında ortaya çıktılar. En bilineni, J. C’ın asıl güney yolu dediği Birmanya, Hint, Babil ve yukarı Mısır yoludur. Bu yolu izleyenler asıl Nagalar’dı, ama sonraları yerleştiklerin yerin ismini aldılar. Özellikle Hindistan’a gelen Nagalar, oradan Basra körfezini geçerek Fırat nehri ağzına yani bugünkü Mezopotamya bölgesine geldiler. Orada yerleştikleri bölgede kendilerine Sümer, Akad gibi isimler verdiler. Yani günümüz tarihinde bilinen Mezopotamya Uygarlıklarından; Babil, Akad ve Sümerler Mu’dan göç eden Naga-Mayalardı. Babil kelimesi Naga dilinde Güneş Şehri anlamına geliyordu. Bu bilgilere göre Mezopotamya Uygarlıklarının tarihi 18. 000 yıl öncesine indirilebilmektedir. İkinci yol, Mu’dan Malezya Adaları’na sonra Güney Hint’e (Dravidalar olarak) ve sonunda Afrika’ya gider. Afrika’daki koloni Güney Nubi’de yerleşerek, bugünkü Mısırlıların ataları oldular.
Diğer bir kolonileşme akımı Kişe-Mayalar tarafından Malezya Adalarından hareketle başka bir yol izleyerek başlar, nitekim Orta Amerika’da, Güney Amerika ve güney denizlerindeki adalarda onların izleri bulunmuştur. Japonlar, Kişelerin kollarından biridir. Bir diğer yol ise, Asya’nın kuzeyine yerleşen Moğolların yoludur.
Mu’dan hareket eden en önemli batı yolu, kuzey kolonileşme hattı idi ve Ari ırkının ataları tarafından takip edilmişti. Sonradan Uygur Türkleri olarak bilinen bu insanların Orta Asya’daki ilk yerleşim merkezleri Baykal gölünün güneyindeki Orhun ve Selenga ırmaklarının bulunduğu bölge olmuştur. Uygur İmp. Mu’ya ait olan koloni İmparatorluklarının ilki, en büyüğü ve en önemlisiydi. Oysa günümüz tarihi Uygurlardan VI. yy. dan itibaren söz etmeye başlar. Uygur İmparatorluğu, doğuda Pasifik Okyanusuna, batıda bugün Moskova’nın bulunduğu yere kadar uzanıyordu. Uygurlar’ın tarihi, bir bakıma, Ari ırkın tarihidir, zira hakiki Ariler Uygurlar’dan gelirler. Uygurlar Orta Amerika’da, üçüncü devirde, zincir halinde yerleşme yerleri kurdular. Büyük manyetik felaketler ve dağların yükselmesiyle yıkılan İmparatorluktan sonra geride kalanlar ve onların soyları, Avrupa’da yeni koloniler kurdular. Slavlar, Tötonlar, Keltler, İrlandalılar, Brötonlar ve Basklar, hepsi Uygurlar’dan gelmişlerdir. Açık tenli, beyaz derili, mavi gözlü ve özellikle kuzeyde sarı saçlı olan Uygurlar, MU’nun ilk koloni İmparatorluğu oldular. Uygurlar, İmparatorluğun yaklaşık yarısını, Mu batmadan önce yitirmişlerdi. Diğer yarısı ise, Mu’nun batışının sonucunda silinmeye yüz tutmuştur.
Zaman içinde, Uygur İmparatorluğu içinde dallanmalar meydana gelmiş, Hindistan’a, Çin’e Afganistan ve İran yoluyla Anadolu’ya ve Balkanlara göçler olmuştur. Uygur kökenli göçler birtakım doğal olaylar sebebiyle olmuştur. Bugün bir çöl olan Gobi bir zamanlar bir iç denizdir ve bölge zengin ağaçlarla, meyvelerle ve hayvanlarla doluydu. Yeni oluşumların ardından meydana gelen yükselişlere paralel olarak oralarda çöküşler oluşmuştur. Gobi’nin çölleşmesine sebep olan iki tane büyük deniz Hazar ve Karadeniz’dir. Hazar ve Karadeniz o zamanlar dağlık bölgelerdi. Çökmeler başlayınca Gobi’nin suları da çekildi. O sular Karadeniz ve Hazar Deniz’inin meydana gelmesine sebep oldu. Bugün Karadeniz’in dibi hayvan cesetleriyle doludur ve bu yüzden zehirlidir.
J. C tarafından Tibet manastırlarından birinde keşfedilen Naakal arşivleri, 70. 000 yıl önce, Naakaller tarafından, Anavatan’ın kutsal ve vahye dayalı yazılarının kopyalarının Uygur başkentine nasıl getirildiğini anlatır.
Mu’nun Batış Sebepleri
a) Jeolojik Sebep:
MU kıtasının batışı bir anda olmayıp kademeli olarak gerçekleşmiştir. Yerküre kabuğunun temel kayası olan granit, muazzam boşluklar veya yüksek seviyede patlayıcı özelliği arz eden volkanik gazlarla dolu cepler yüzünden kalbura dönmüş haldedir. Bu cepler boşalıverince ara bölmeler, ayakta tuttukları kara parçasının sulara gömülmesine yol açacak şekilde çökmüştür. Churchvard’ın araştırmalaları, bu kadim uygarlığa ağır bir darbe indirmiş olan felaketin, kıtayı dik tutan ve birbirlerinden ayrı durumda bulunan, ama birbirlerine çatlaklarla veya yarıklarla bağlı olan bir dizi üst cepteki gazların boşalıvermesi sonucunda meydana geldiğini ispatlamaktadır.
İlk volkanik infilaklarla meydana gelen depremlerden MU’nun daha çok güney bölgeleri zarar görür. Depremden ortaya çıkan dalgalar güney şehirlerini yok eder. Volkanik patlamalar bir zaman sonra durur; yıkılan yerler yeniden yapılır, sosyal faaliyetler yeniden başlar. Ancak birkaç nesil sonra yeniden başlayan depremler kıtanın geride adacıklar bırakıp tümüyle batmasına neden olarak, bu uygarlığın sonunu getirir. MU’nun tümüyle batışı “Troano Belgesi”ne ve “Uxmal Mabedi” kayıtlarına göre11.500-12.000 yıl önce vuku bulmuştur.
b) Ezoterik Sebep :
Tibet’te bulunan “Lhasan Belgesi”nde kıtanın batışı şöyle anlatılmaktadır: “Şimdi deniz olan yere yıldız düştüğünde, yedi kent altın kapıları ve saydam tapınaklarıyla fırtınadaki yapraklar gibi sallandı. İnsanların çığlıkları ortalığı kapladı. Tapınaklara koşarak kurtuluş aradılar. Bilge RA-MU kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Sizlere bütün bunları önceden haber vermedim mi? Hepiniz öleceksiniz ve yeni bir nesil doğacak . O nesil üstünlüğünün, üzerine giydiği şeylerden olmadığını, kendisinin feda etmiş olduğu şeylerden meydana geldiğini unuttuğu an, sizlerin başına gelenler, onların başına da gelecek.‘ Dünyanın büyük idarecisi MU kıtası, depremlerle sarsıldı. Kıta iki kere kalktı ve ateşler içerisinde gözden kayboldu. ”
Mu Uygarlığı ve Anadolu
Mu Uygarlığının, yukarıda incelemiş olduğumuz kolonileşme hareketlerinde her iki ana kolonileşme hattının (Doğu ve Batı) üzerinde yaşamakta olduğumuz Anadolu toprakları için önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. MU halkının bir kısmının Doğu koloni hattıyla Anadoluya gelip ilk atalarımızı oluşturduklarını, Batı koloni hattını incelediğimizde ise MU kıtasının en önemli kolonilerinden birinin büyük Türk devletlerinden biri olan UYGURLAR’ın ataları olduğunu görmekteyiz. Ayrıca tarih boyunca Anadoluyla etkileşim içinde olan Mezopotamya bölgesindeki Uygarlıkların atalarını da MU’dan göç edenlerin oluşturduklarını biliyoruz.
Anadolu halkının en eskisinden en yenisine, yani en son göç olan Oğuzların göçüne kadar bütün beslenme kaynağı Moğolistan’dır. Ve Moğolistan bölgesini de MU’dan göç eden Batı kolonilerinin bir kolu oluşturmuştur. Atlantislilerin göçü nasıl Mısır’ı meydana getirmişse, orayı kendileri için büyük bir göç yeri ve temel bir vatan yapmışlarsa, MU Uygarlığı’nın insanları da Uygurları temel olarak seçmişlerdir. Dolayısıyla iyilik ve güzellikle, felsefeyle ilgili bütün bilgileri oraya nakletmişlerdir. Uygurların kaynağı bugünkü Moğolistan ve Gobi Çölü’nün dağ yamaçlarına yakın olan bölgelerdir.
“Uygurların inanç, bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge, insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esaslar çok doğrudur. Büyük Uygur göçüyle birlikte MU bilgeliği ve Atlantis teknolojisiyle yetişmiş olan büyük insanlık güçleri de, zekası ve zihni de göç etti. Onların içinde karışmış birçok varlıkta tohum halinde kapasite mevcuttur. Bu kalıtımın artık ne Atlantis’te ne de MU’da olmayışı, bunların sadece bir kısmının Mısır taraflarında, bir kısmının da Uygurlarda kalışı çok önemlidir. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik, duyular dışı algılamayla ilgili kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiçbir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakılmadan o varlıklar tarafından göçlerle bu ülkeye, Anadoluya yeniden getirilmiştir. Kaybolmuş o yetenekler o insanlar tarafından tekrar yayılmıştır. Bu nedenle Anadolu insanının hepsi ister istemez sürekli bir şekilde üst planlarla irtibat halinde yaşar. Bizim iç yüzümüz sürekli bir şekilde ruhsal dünyaya dönüktür. Çünkü doğamızda, taşıdığımız DNA’larda bu tarafımız gelişmiştir. Bunlar, bize anavatanımız MU’dan, Uygur akımından intikal eden bir vazife mirasıdır. Anadolu insanının vazifesi, MU’da ve Atlantis’te olan, kendisinden sonraki büyük insanlık kitlesinin üzerine bırakacağı bilgi intikalini sağlamaktır.
Mu Uygarlığının bize naklettiği en büyük bilgilerden biri, tek olan ve kendi kendisiyle sınırlanmış olan bir Mutlak’ın, bir Yaradan’ın ve bir yaratılışın olduğudur. Bu DNA’ya sahip olan varlıkların birinci temel ilkesi budur. Ve en büyük vazifeleri de bu ilkeyi yeniden yaratmak ve sahip olabilmek, bunu şuurlu bir şekilde yaşamanın yollarını sağlamaktır. Birçok bilgilerin uzaylılar tarafından insanlara verilmiş olması gerekmez. Bizim elimizdeki birçok bilgiler dedelerimizin dedesinin,bıraktığı mirastır.”
İlk yorum yapan siz olun