Duyulduğunda imkansız gibi görünen ve hala açıklanamayan bir olay. Kendi kendine yanıp küle dönüşen insanlar. garip bir şekilde bu yanan insanlar, yanarken etrafındaki hiç bir cisme zarar vermezler. Yanma , kişinin içinden başlar dışına doğru sarar.
Bilimin çeşitli açıklamalar getirmeye çalıştığı olaylardan biri, 1663 yılında yaşandı. 1663 yılının bir Şubat sabahı, feci şekilde yanarak kül yığını haline gelmiş ev sahibinin cesedi evin hizmetçisi tarafından bulunur. Odanın her yeri is ve kurum içindedir ve küller hala her tarafta uçuşmaktadır. Ancak odada bir tuhaflık vardır : kadın kül yığını haline gelmesine rağmen ne yatağı ne çarşafları nede odanın mobilyaları bu yangından hasar görmemiştir. Olay sonrası yetkililer konu hakkında çok detaylı araştırmalar yapmış fakat ev sahibinin yatağında yanma sebebini bulamamışlardır. 1663 yılında yaşanan bu ölüm olayı sonradan kayıt altına alınarak “kendi kendine yanma” olayları arasında ilk örnek olarak kabul edilmiştir.
Çoğunlukla kişi yalnız başına iken gerçekleşen bu tuhaf olay, eğer yanma olayı sırasında odada başka insanlarda varsa topluca yanma şeklinde gerçekleşiyor. Yani kendi kendine yanma olaylarına bu güne kadar birebir şahit olan, bir-iki kişi dışında hiç kimse bulunmuyor. Yanmaların kısa sürede gerçekleşmesi ve yanan kişilerin yanma esnasında hiçbir ses çıkarmamaları veya yardım çağrısında bulunmamaları da bu olayları oldukça karanlıkta bırakıyor.
Kendi kendine yanma olayı 3 safhada gerçekleşiyor;
1 – Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşiyor, yanan kişinin ne yardım isteyecek, nede ne olduğunu anlayacak zamanı olmuyor.
2 – Olaylar ölümle sonuçlanıyor ve bu sebepten ötürü kurbanların ne olduğunu anlatma imkanı olmuyor.
3 – Yanma olayı ya yanan kişi yalnızken oluyor yada ortamda birden fazla kişi varsa herkes yanarak ölmüş oluyor. Yani olayı anlatabilecek canlı bir şahit hiçbir zaman olmuyor.
Araştırmacılar son zamanlarda kendiliğinden yanma olayı vakalarının oldukça arttığını belirtirken, bilimsel açıklamaları kuramlardan ileri gidemiyor. National Geographic’in belgesel yaptığı bu olaya getirilen savlar ise, hücresel nükleer reaksiyonlar, ateş küreleri ve fitil etkisi. Ancak yinede bu savlar tüm vakaların ortak çıkış nedenini tam olarak açıklayabilmiş değil.
Araştırmacılar çoğunlukla bu güne kadar ortaya atılmış tüm teorilerin içinden yalnızca ikisinin üzerinde duruyor.
Araştırmacı Livingstone Georkart yanma olayının, dünyanın manyetiğinin değişiminde gerçekleştiğini savunuyor. Yanmanın; yerkürenin etrafını saran iyon tabakası ve bu iyon tabakasını kaplayan ve bir elektrik alanı olan Magnotosfer arasındaki etkileşimden oluştuğunu düşünüyor. Etkileşimin sonucunda yeryüzünün belli alanlarında meydana gelen yoğun elektrik alanları yanma vakasını gerçekleştiriyor deniliyor. Yıldırımında elektrik olduğunu göz önüne alırsak, benzeri bir durum söz konusu gibi. Ancak yinede; yıldırım düştüğü yerdeki ağacı tutuşturabiliyorsa, evdeki eşyaların tutuşmaması problemini çözmeye yetmiyor.
Diğer bir kuram ise microwave, yani mikrodalga mantığı. Mikrodalga fırına yerleştirilen bir yiyecek pişerken, piştiği kabın ısınmayışı bu olaylarla benzerlik taşımaktadır. Birbirine çarptırılan moleküllerin ortaya çıkardığı ısı ile pişen yemek ve insanların kendi kendine yanması olayları arasında yapısal ve süresel benzerlikler vardır.
Fakat bu kuramda akıllara iki soru takılıyor. Birincisi; mikrodalga fırını icat eden Dr.Percy, radar vakum tüplerinin yanında araştırma yaparken, cebindeki çikolatanın eridiğini farketmişti. Bu duruma şaşıran Dr. Percy, mikrodalga fırın icadına ilk adımını çikolatayı eriten etkenin, radar tüplerinden geldiğini anlamakla başladı. Peki bu içten yanma vakaları, mikrodalga mantığında ise, neden Dr. Percy’i en azından ısıtmadı ? Akla ikinci takılan soru ise; yanma olayının gerçekleştiği insanların hücrelerinde molekülleri birbiri ile çarptıran etken, etraftaki yiyecekleri, içecekleri neden yakmıyor ?
1885 gecesinde Amerika da bir çift ve yanlarında çalışan işçileri yılbaşını kutlamak için mutfakta oturup içki içiyorlar, daha sonra işçi yatmak için üst kattaki odasına çıkıyor. Ertesi sabah aşağı inen işçi mutfağa girdiğinde etrafın ince bir yağ tabakası ile kaplı olduğunu ve mutfakta acı bir koku olduğunu hissediyor. Evin beyi yerde yatıyordu ve ölmüştü işçi hemen yandaki evde oturan çocuklarına haber vermeye gitti ve oğlu ile beraber eve geri dönüp araştırınca mutfak masasının yanında döşemede bir yanık delik buldular. Döşeme yanmıştı ve açıklıktan aşağıya bakınca evin hanımının yanık kemikleri ve küllerini gördüler. Bu kez kurban sayısı ikiye çıkmıştı. Yetkililerce yapılan araştırmalar sonucunda olayın nasıl oluştuğu hakkında bir karara varılamadı.
- yüzyılda İngiltere ve Fransa’da yeni vakalar rapor edildi. 1832 yılında yazılan bir derleme, 1692 ve 1829 arasında gerçekleşen 19 ani yanma vakası listeledi. Kurbanların çoğunun sık sık veya sürekli olarak alkol aldığı belirtildi. Tartışmalar başladı, ama vakaların nadirliği yüzünden yine veriler yetersizdi. Ani yanma diye bir şey olmadığını, ifadelerin güvenilmez olduğunu söyleyenlerin yanı sıra, kurbanların çoğunun alkolik ve Viktoryen (ahlâkın sınırlarını zorlayan insanlar) olmasına işaret ederek, tanrının gazabı olduğunu ima edenler de vardı.
1888 yılında British Medical Journal’da yayınlanan bir raporda, samanlıkta uyurken yanarak kül olan bir adamdan bahsedildi. Elleri ve sağ bacağı kopup aşağıdaki ahıra düşmüştü. Doktor, yakındaki saman yığınının ateş almadığına bakarak, ateşin dış sebeplerden değil, kurbanın içinden başladığına kanaat getirdi. “Kurban aşırılığa kaçan davranışları ile bilinirdi” diye yazarak, arif olan anlar demeye getirdi.
Dönemin ruhçuluğa ve “paranormal”e yatkın romantik havasında, “cehennem ateşi” imgesi ve nokta vuruşlu ilahi gazap algısı, ani yanma olayını mistik bir hâle büründürmüş olsa gerek. Nitekim ani yanma, dönemin edebiyatında Dickens, Zola, Balzac, Twain, Verne gibi yazarların eserlerinde yer bulur. Belki biraz da bu mistik hava yüzünden bilimciler ani yanma olaylarına bir süre sırt çevirdiler.
Ancak, 20. yüzyılda benzer vakalar görülmeye devam etti. Adli araştırma yöntemlerinin gelişmesi sayesinde daha ayrıntılı belgelemeler yapmak mümkün oldu.
Mary Reeser’in 1951’deki ölümü en iyi incelenen vakalardan biri oldu. Florida’da yaşayan Reeser, 2 Temmuz 1951 akşamı oğlunu ve torununu ziyaretine geldiğinde uyku haplarını almış, uyumaya hazırlanıyordu. Ertesi sabah bir komşusu onu uyandırmaya geldiğinde kapı kolunun tutulamayacak kadar sıcak olduğunu gördü. İçeri girildiğinde odanın dumanla kaplı olduğu görüldü. Odanın ortasında, içinden tek bir bacak çıkan bir kül yığını vardı. Tavandaki kiriş hâlâ küçük alevlerle yanmaya devam ediyordu, ama diğer eşyalar isle kararmalarına rağmen yanmamışlardı.
Aynı korkunç kader başka yer ve zamanlarda tekrarlandı. 8 Kasım 1964’de Helen Conway, Pennsylvania’daki evindeki koltukta, bacakları sapasağlam ama geri kalanı kül olmuş olarak bulundu. 5 Aralık 1966’da Dr. John Irving Bentley aynı kadere Coudersport, Pennsylvania’daki evinin banyosunda yakalandı, geriye sadece bir bacağının dizden aşağısı ve giydiği ayakkabısı kalmıştı. Bu şanssız insanların akıbetleri fotoğraflarla kayda geçti.
Jenny Randles ve Peter Hough, tarihi vesikaları tarayarak 1613 ve 1990 arasında 130 tane ani yanma vakasıtespit etti. Bunların çoğu İngiltere ve Fransa’dandı. 1988-2000 arasında Fransa’da beş ayrı vaka, 2000-2011 döneminde ise Avrupa ve ABD’de oniki vaka bildirildi. Tarih boyunca bildirilen ani yanma vakalarının toplam sayısı ise 200-250 arasında.
Uzunca bir zaman “ani yanma” diye birşeyin olmadığı söylendi, ama artık adli tıp bu olguyu gerçek olarak kabul ediyor. Elbette “paranormal” veya “ilahi” değil, sadece yeterince açıklanamamış nadir ve şaşırtıcı bir olay.
Ani yanma terimiyle tanımlanan olaylar, başka yanmalardan farklı özellikler taşıdıkları için şaşırtıcı ve ürkütücü. Bu vakaların hepsinde vücudun orta kısmı, kemikler dahil olmak üzere, tamamen kül oluyor, fakat kafa, kollar veya bacaklar sağlam kalmış olabiliyor. Alelade yangınların kurbanlarında ise tam tersine, en büyük zarar kafa, eller ve ayaklarda görülüyor.
Olaylardaki başka bir şaşırtıcı ortak özellik, cesedin yanı başındaki eşyaların yangından zarar görmüyor olması.
Vakalarda yanan vücuttaki yağın sıvılaşarak yere akmış olduğu görülüyor.
Kurbanların hiç birinin yanında şiddetli bir ısı kaynağı veya ateşleyici madde bulunmuyor; en fazla sigara, çakmak, su ısıtıcısı gibi basit nesneler var. Bu eksiklik garip, çünkü et, çoğunlukla su barındırmasından dolayı kolay ateş alabilen bir madde değildir.
Kurbanların hepsinin olmasa da birçoğunun kanında yüksek oranda alkol tespit edildi. Bu yüzden 19. yüzyılda alkolün dokuları yanıcı hale getirmiş olabileceği ileri sürüldü. Ancak, alkol safken bile yandığında güçlü bir ateş yaratmaz. Alkol alevinin içinden elinizi rahatlıkla geçirebilirsiniz. Ünlü kimyacı Justus von Liebig, bu hipotezi test etmek için 1851’de yaptığı bir deneyde, %70’lik alkol çözeltisi içinde muhafaza edilen numunelerin Bunsen ocağı alevinde bile tutuşmadıklarını gösterdi. Yani ne kadar alkol alırsanız alın, etiniz yanıcı hale gelmez.
Kurbanların neredeyse hepsi orta yaşın üstünde, sağlıkları çok iyi değil, ve yalnız yaşıyorlar. Bir kısmı multipl skleroz veya kalp-damar hastalıklarından muzdarip, bir kısmı da sigara ve alkol bağımlısı.
Vakaların kundakçılık ve cinayet olduğuna dair hiçbir delil yok.
Kendini yakarak intihar muhtemel değil, çünkü kendini yakanların giysilerinde yakıt kalıntısı gözlenir, yakıt kabı da cesedin yakınında bulunur.
En büyük acayiplik kemiklerin bile kül olması. Şiddetli yangınlarda veya cenaze ateşlerinde, yumuşak doku tamamen kül olsa da, kemikler geriye kalır. Krematoryumlar, cenazeyi çok yüksek sıcaklıklarda bir iki saat yakarak tamamen külleştirebilirler, ki o zaman bile geriye birkaç küçük parça kalır.
Kemikleri külleştirecek kadar güçlü, ama birkaç santim uzaktaki eşyalara zarar vermeyecek kadar zayıf bir ateş nasıl ortaya çıkabilir ?
1 – Fitil teorisi :
Vücut yağının ateşi devam ettirecek muhtemel bir yakıt olabileceği 1830’da ortaya atılmıştı, ama daha kapsamlı bir açıklama 1965’te geldi. Adli tıp uzmanı D. J. Gee, yanan bir insanın elbiselerinin vücuttaki yağın tutuşmasını kolaylaştırdığını, böylece uzun süreli, dokuları tamamen tüketen bir ateşin idame ettirilebileceğini ileri sürdü.
Bir kap dolusu zeytinyağının içine attığınız bir kibrit söner gider; yağı bütün halde tutuşturmak zordur. Oysa kabın içine bir fitil koyarak onu bir kandil haline getirirseniz, saatlerce yavaş yavaş yanan bir ateş yaratabilirsiniz. Gee’nin “fitil teorisi” insan yağının da aynı şekilde yandığını öne sürüyor.
Eğer vücudun bir noktasında deri altına inen bir yara veya yanık varsa, oradan çıkan yağ (ki vücut sıcaklığında sıvı haldedir) giysiye bulaşır. Yanarak kömürleşen pamuk veya yün dokuma, yağı azar azar çeken ince gözenekli bir malzemeye dönüşür. Bu ateş çok kuvvetli değildir, ama uzun saatler boyunca yavaş yavaş yanarak bütün vücudu tüketebilir.
Fitil teorisi ani yanma olaylarının birçok ortak özelliğini açıklayabiliyor. İnsan yağı epeyce su barındırdığı için, yandığında fazla ısı vermiyor. Bu yüzden şiddetli alev görülmüyor ve yakındaki eşyalar tutuşmuyor. Deri altında fazlaca yağ barındıran göğüs-karın-kalça bölgesi kül olurken, daha az yağ barındıran veya giysiye temas etmeyen kısımlar etkilenmiyor. Ateşin hükmü sınırlı kalıyor.
Bu teoriyi denemek için yapılan ilk deneylerde, bir parça insan yağı, önce bir parça insan derisine, sonra birkaç kat kumaşa sarıldı ve açık alevle tutuşturuldu. Yağ, açık alev olmadan bir saat için için yanarak tükendi.
Harici bir ateşleyici fitil teorisinde kilit rol oynuyor. Ama ev şartlarında böyle bir ateşin nasıl oluştuğu konusunda görüş birliği yok. Bazıları, kurbanların sigara alışkanlığından yola çıkarak düşen bir izmaritin tutuşmaya yol açtığını söylüyor, ama bir sigara yanığının deri yağını açığa çıkarabilecek kadar derin bir yara açıp açmayacağı meçhul. Başka vakalarda yakındaki bir odun sobası, hatta cesetten altı metre uzakta bulunan bir su ısıtıcısı, ateşleme kaynağı olarak gösterildi. Görünüşe göre, her türlü basit ısı kaynağını ateşleyici olarak görme hevesi var.
Adli araştırmacı John DeHaag, fitil teorisini daha gerçekçi şartlarda denemeye tabi tuttu. Domuzların doku ve yağ yapısı insanınkine benzediği için, ilk deneylerinde, temizlenmiş ve buzdolabında saklanmış bir domuz bedenini kullandı. Yeni bir çalışmasında ise insan kadavraları kullandı. Her iki deneyde de, bedendeki yağ yanmanın çok uzun süre devam etmesini sağlıyor, yanan bedene temas etmeyen eşyalar zarar görmüyor.Tavanda, bedenin üstüne denk gelen yerde çok yüksek sıcaklıklar oluşabiliyor. Bu gözlem, tavanın nasıl ateş aldığını açıklayabiliyor.
Böylece, “kendi kendine yanma” olaylarının adli tıpta genel kabul gören açıklaması ortaya çıkıyor : Genellikle kurbanlar kalp krizi vb. “doğal” bir sebeple can veriyorlar, ya da uyku ilacı veya aşırı alkol alımından dolayı hissizleşiyorlar. Yakındaki bir ısı kaynağından (izmarit, soba vs) gelen bir tutuşturma sonucu deri deliniyor, yağ açığa çıkıyor. Kurbanların giydikleri veya örttükleri kumaşlar bu yağı emiyor, ve yağın yavaş yavaş yanmasına, bedenin kül olmasına yol açıyor. Vücudun giysili olmayan baş, el gibi kısımları bu yüzden zarar görmüyor. Yakıt vücudun içinden dışarı çıktığı için ve büyük alevler oluşmadığı için çevreye zarar gelmiyor.
Bu açıklamanın kabulünden sonra “kendi kendine yanma” terimi artık kabul edilmiyor, onun yerine “devam eden yanma” (sustained combustion) terimi teklif ediliyor. Zaten yanmanın “aniden” olduğunu gören kimse yok; tarihteki hiç bir vakada bedenler alevler içinde gözlenmemiş.
Ancak, kadavralı deneylerde ortaya çıkan manzara, olay yeri fotoğraflarındakilere hiç benzemiyor. Gerçek vakalarda eller ve bacaklar bir vitrin mankeninden kesilip konmuşçasına sağlam kalabiliyorken, DeHaag’ın deneyinde bütün vücudun kömürleştiği görülüyor. Bu muhtemelen kadavranın bir yatağa yatırılmış olması ve yatağın dokumasının fitil etkisi yapmasından ileri geliyor. Ancak, daha önemli olan nokta, deneylerde kemiklerin sağlam kalmış olması. Oysa ki olay yeri raporlarına göre kemiklerin kül olması gerekiyor.
2 – Aseton teorisi
Araştırmacı Brian J. Ford, etin tutuşturulmasının çok zor olduğuna ve fitil etkisiyle bile kemiklerin sağlam kaldığına dikkat çekti ve alternatif bir teori teklif etti. Ford, çok daha hızlı ve kuvvetli bir yanma gerektiğini savunarak, metabolizmadaki bir dengesizliğin böyle bir yanıcılık sağlayabileceğini ileri sürdü.
Karbonhidrat içeren gıdalar aldığımızda kanımızdaki glikoz (şeker) artar. İnsulin hormonu, bu glikoz moleküllerinin başlıca karaciğerde bir zincir haline yani glikojene dönüştürülmesini sağlar. Karaciğerde depolanan glikojen gerektikçe parçalanır ve glikoz olarak kana salınır.
Glikojen depoları tükendiğinde, vücut enerjiyi yağlardan elde etmeye yönelir. Yağlar metabolize edilirken hücrelerin enerji üretmekte kullandığı çeşitli moleküller ortaya çıkar. Uzun süren bir açlığın sonunda karaciğerde bu moleküllerin bazıları, “keton cisimleri” adı verilen moleküllere dönüştürülür ve hücreler enerji üretiminde bu molekülleri kullanırlar. Metabolizmanın bu acil durum planına “ketoz” adı verilir. Keton cisimleri vücutta beş saat içinde kullanılmazlarsa kendiliklerinden parçalanarak asetona dönüşür. Bu aseton idrarla ve nefesle vücut dışına atılır.
Ketoz, uzun süren açlık (sözgelişi oruç) ile ortaya çıkabilir. Nefesle atılan aseton açlıktan nefesimizin kokmasına sebep olur. Ayrıca uzun süren egzersiz, Atkins gibi karbonhidratsız diyetler, aşırı alkol alımı, ve tip-1 diyabet ketoza yol açabilir. Ketosis durumunun sağlığa zarar verdiği düşünülmüyor, ancak aşırı olması kandaki asit-baz dengesini bozacağı için zararlı olabilir.
Ford’a göre, ketoz durumunda vücudun her yerinde çok miktarda aseton bulunacağı için, etin alev alması mümkün olabilecekti. Ani yanma olaylarının ortak özelliği olan bütünüyle külleşme bu şekilde sağlanabilirdi. Dahası, Ford ani yanma raporlarında güçlü mavi alevlerden bahsedildiğini, fitil teorisinin bunu vermediğini söyledi.
Ford, bu teorisini denemek için, bir domuzun karnından, bir insanın 1/12 ölçeğinde biçimlendirilmiş bir parça aldı ve beş gün aseton içinde bekletti. Asetonu iyice emmiş olan et parçası, bir alevin yaklaştırılmasıyla hemen ateş aldı. Yaklaşık bir saat içinde numune kül oldu, fakat iskemleye oturur şekilde yerleştirilen modelin ayakları sağlam kalmıştı.
Sonuç Ford’u çok etkiledi. Eldeki ceset modelinin bacakları sağlam kalmış, üst kısmı kül olmuş görünüyordu.Beklediği gibi, çok hızlı bir yanma gerçekleşmiş ve mavi alevler çıkmıştı.
Bununla beraber, aseton teorisinin açıkları ve eksikleri, alternatifi olmayı iddia ettiği fitil teorisine göre çok daha fazla.
Ford aseton yanışındaki yüksek hızın ve mavi alev fışkırmasının ani yanma raporlarına uygun olduğunu, fitil etkisinde böyle alev görülmediğini, dolayısıyla kendi teorisinin daha doğru olması gerektiğini iddia ediyor. Oysa bilimsel makalelerde ve tarihi kaynaklardaki vakalarda böyle bir gözlem yok. Ford’un verdiği mavi alevli yanma örneklerinden birinin ani yanma olduğu şüpheli, diğeri için ise literatüre değil, bir TV haber programına atıf yapıyor.
Ford’un deneyinde modelin bacakları, alevler yukarı doğru uzandığı için sağlam kalıyor. Eğer yatar durumda olsaydı tamamının kül olması beklenirdi. Aseton teorisi kol, bacak ve kafanın neden sağlam kaldığını açıklamakta yetersiz kalıyor.
Ford yanlış olarak, 1/12 ölçekli model ile gerçek bir kadavranın aşağı yukarı aynı sürede yanacaklarını iddia ediyor. Bu, bir ağaç kütüğü ile ince bir çıtanın aynı sürede yanacağını söylemek gibi birşey. Tam ölçeğe taşındığında hem yanma süresi, hem de yanmanın biçimi çok değişecektir.
Daha da önemlisi, yaşayan insan dokusunda bulunabilecek azami aseton miktarının bu tür bir yanma için yeterli olup olmayacağını bilmiyoruz. Ford beş gün “marine ettiği” on beş santimlik et parçasının içinde ne miktarda aseton bulunduğunu ölçmemiş, ama canlı dokuda bulunabilecek miktardan çok fazla olduğunu tahmin edebiliriz. Yani, aseton teoriside desteksiz çıktı.
3 – Hiroşima teorisi
51 yaşındaki Bayan Conway torunlarına bakıcılık yaptığı sırada oturduğu yerde yanmaya başlar. Evin yakınından geçen komşusu parlamayı fark ederek, itfaiyeye haber verir. İtfaiye eve vardığında çoktan sönmüş olan yangının, yüksek ısıya rağmen çok küçük bir alana hasar verdiği görülür.
Bilimadamlarının bir kısmı olayı radyoaktivite ile açıklamaya çalışır. Yanma olayını gerçekleştiren radyoaktif bir reaksiyon olduğunu söylerler ve buna da “Hiroşima sendromu” ismini verirler.
Hiroşima sendromu, vücudun içinde başlayan çok hızlı seyreden atom altı bir reaksiyon. Vücudun içinde atom bombası etkisiyle eşdeğer zincirleme bir reaksiyon oluşmakta ve insanı birden içten içe kavurup, küle dönüştürmektedir.
Bu teori kulağa mantıklı gelse de herhangi bir deneyle kanıtlanamamıştır.
9 Nisan 1744’te, İngilterenin Ipswich şehrinde yaşayan 60 yaşındaki alkolik Grace Pett, kızı tarafından yerde tamamen yanmış bir şekilde bulundu. Cesedin yakınında bulunan elbiseleri ise bu yangından hiçbir şekilde zarar görmemişti.
1951 de yaşanan Mary Reeser olayı halkın ilgisini bir kez daha kendiliğinden yanma olaylarına çekti. Mary Reeser 2 Temmuz 1951 sabahında, evinde küle dönüşmüş halde bulundu. Geriye sadece kafatası, hiç zarar görmemiş sol ayağı ve bir avuç kül kalmıştı. Bu olay konu üzerine yazılan bir çok kitabın temeli oldu. Bunlardan en dikkat çekeni 1976 yılında Michael Harrison tarafından yazılan “Fire From Heaven” adlı kitaptır. Bu kitap konu üzerine çalışanlar için bir referans kitabı haline geldi.
18 Mayıs 1957 de batı Philadelphia da yaşayan 68 yaşındaki Anna Martin, yanıp kül olmuş , geriye sadece gövdesinden bir parça ve ayakkabılarını bırakmış halde bulundu. Adli tıp uzmanı yaptığı incelemede sıcaklığın 1.700 – 2.000 derece cıvarına ulaşması gerektiğini belirtti, ancak kül olmuş cesedin iki ayak ötesindeki gazeteler sapasağlam duruyordu.
5 Aralık 1966 yılında, Coudersport Pensilvanya’da yaşayan 92 yaşındaki Dr. J. Irving Bentley, saat okumaya gelmiş bir görevli tarafından bulundu. Görünüşe göre Bentley banyo esnasında tutşmuş ve yerde 3 ayak genişliğinde bir delik açarak kül olmuştu. Geriye sadece bir bacağı kalmış ve olay yerinin çok yakınındaki resme hiç bir şey olmamıştı.
2006 yılında, Fransa’nın bir köyünde yalnız yaşayan 57 yaşında bir adam, evinde yanmış halde bulundu. Başı, göğsü, kolları ve ayakları neredeyse sapasağlamdı, ama vücudunun karnından bacaklarına kadar olan kısmı tamamen kül olmuştu. Yanmış bedenin birkaç santim yanındaki gazeteler, hasır iskemle, ve diğer nesneler isten kararmış, fakat yanmamışlardı.
Yine 2006’da, 55 yaşında bir adam Cenevre’deki evinde ölü bulunduğunda bedeninin dizlerinden göğsüne kadar olan kısmı, kemikleri dahil, bütünüyle küle dönmüştü. Fakat başı, bacaklarının alt kısmı ve ayakları çok az zarar görmüştü, çorapları ve ayakkabıları hâlâ üzerindeydi. Ceset halının üzerindeydi ve halının sadece cesede temas eden kısmı yanıktı, vücudun etrafındakı kısmında hasar yoktu. Ahşap mobilyalar, kanepe, masa, çok yakında olmalarına rağmen yanmamışlar ama yağlı, sarımtırak bir maddeyle kaplanmışlardı.
1944 yılında Peter Jones olaydan canlı kurtuldu. Bildirdiğine göre olay anında vücudunda hiçbir sıcaklık hissetmemiş veya alev görmemişti. Ayrıca yanma esnasında acı da duymamıştı.
Bu olaylar içinde en ilginç olanı Jack Angel olayıdır. 12 Kasım 1974’te yorucu bir iş gününden sonra eve gelen Jack, aşırı derece yorgunluk ve bitkinlik hissederek uyumak için yattığını, uzun ve anlam veremediği bir uykudan yaklaşık 4 gün sonra uyandığını açıklamıştır. Ancak Jack uyandığında vücudunun bir bölümünün tamamen yandığını fakat yatağın çevresinde herhangi bir yanık izi bulunmadığını iddia etmiştir. Hiç bir acı hissetmediğini sözlerine ekleyen Jack, hakkında psikolojik incelemeler yapılmıştır.
İlk yorum yapan siz olun