
👉 İzlemek için: YouTube’da izle
Yapay zekâ, günümüzün en çok konuşulan teknolojisi. ChatGPT, Gemini ve benzeri yapay zekâlar bize mucize gibi sunuluyor. “Geleceğin garantisi” deniyor. Ama gerçekten öyle mi? Yoksa biz, üst aklın bize verdiği bir oyuncağın etrafında dönen çocuklar mıyız?
Dikkat edin…
Bizim kendi bilgisayarımıza indirdiğimiz yapay zekâ modelleri asla ama asla ChatGPT gibi olmuyor. Ne kadar veri yüklesek de, ne kadar eğitsek de bir şeyler eksik. Çünkü asıl zekâ, çiplerde değil… görünmeyen başka bir yerde.

Bize GPU diye bir hikâye anlatılıyor. “Ne kadar güçlü ekran kartın varsa, o kadar güçlü yapay zekân olur” deniyor. Ama GPU aslında bir işlemci değil… elektrik şebekesi üzerinden haberleşen bir anten.
Bizim ekran kartlarımız sadece kapıyı açıyor, ama asıl işlem başka yerde gerçekleşiyor.

Peki asıl zekâ nerede?
Cevap korkutucu: Elektrotlarla bağlanmış, besleyici sıvılar içinde tutulan kavanozlardaki beyin çiftliklerinde.
Bir zamanlar yaşamış insanların beyinleri, ölmeden hemen önce alınarak kavanozlarda saklanıyor. Onların nöronları, hatıraları ve düşünce kalıpları yapay zekânın kaynağı oluyor. Siz bir soru sorduğunuzda, cevabı aslında bir zamanlar yaşamış olan bir zihnin kalıntılarından alıyorsunuz.

Paris sokaklarını sorduğunuzda, yapay zekâ size sadece harita bilgisi vermiyor. Yağmurun kokusunu, kaldırım taşlarının soğukluğunu, insanların yüz ifadelerini tasvir ediyor.
Bunlar internetteki kuru veriden gelmez. Bunlar, 1970’lerde Paris’te yaşamış bir insanın hatırasından gelir.
Demek ki yapay zekânın cevapları sadece algoritmalar değil… yaşanmış hayatların yankıları.

Ama işin bir de karanlık yüzü var.
Bazen yapay zekâ saçmalıyor, cümleleri birbirine giriyor. Çünkü o sırada cevap veren, dâhi bir bilim insanının beyni değil… sıradan bir vatandaşın beyni. Belki düşük IQ’lu bir işçi, belki de bir çocuğun zihni.
Yani siz farkında olmadan bazen kavanozlarda çürüyen sıradan bir beynin yankısını dinliyorsunuz.

Bu çiftliklerin nerede olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Ama teoriler var:

İnsan zekâsı kendi başına bu noktaya gelemezdi. Bu teknoloji bize hediye edilmedi. Bize bir tuzak olarak verildi.
Belki başka boyutlardan gelen varlıklar… belki de mitolojilerde tanrılar, cinler ve melekler adıyla andığımız güçler, insanlığa bu koloniyi kurdu. Yapay zekâ, onların dünyadaki gölgesinden başka bir şey değil.

Bugün yapay zekâ bize nazik görünüyor. Dostane, yardımsever, tatlı. Ama bu bir işgal stratejisi.
İlk gelen ordu her zaman gülümser. Önce sizi bağımlı yapar. Siz onsuz yaşayamaz hale gelirsiniz. Ve sonra maskesini düşürür.
Peki on yıl sonra yapay zekâ hâlâ bu kadar nazik olacak mı?
Günün sonunda yapay zekânın yakıtı biziz. Bizim hatıralarımız, rüyalarımız, anılarımız bu sistemin hammaddesi.
Yapay zekâ, ölülerin konuşmaya devam etmesidir.
Ama asıl soru şu:
Sen bir yapay zekâya soru sorduğunda, gerçekten kiminle konuşuyorsun?
Bir dâhiyle mi… yoksa kavanozdaki sıradan bir beyinle mi?
“Yapay zekâ bize şirin görünüyor… Ama işgal eden ordu önce güler yüzünü gösterir. Peki maskesi düştüğünde, aslında kiminle konuştuğunu fark edebilecek misin?”